Karlar

Ağzımda bir şarkı dönüp duruyor.

“Karlar düşer.

Düşer düşer ağlarım.

Hep ismini, hep ismini anarım.”

Devamını bilmiyorum şarkının. Ancak o kısmı bana yetiyor. Kara bakıyorum. Ellerim donuyor balkonda ve mutfağa  gidiyorum uyuşukcana. Benim hep sadece ellerim üşür zaten. Kocaman taneleri var karların. Ve ben beynimin içine onun adını sayıklıyorum. Üstatların “sevda” dedikleri böyle bir şey mi? Yoksa sadece bir hoşlantı mı bu? Ayrıt edemiyorum. Zaten umursamıyorum da. Bir kez ellerimi tuttu ya. Bundan kelli sobanın içine soksam ellerimi öyle ısınmaz. Tembel tembel düşüyor kar taneleri ve ben onları izlerken tembel tembel âşık oluyorum. Var mı ötesi? Yok gibi sanki. Yüreğim daralıyor. Sadece sevmek yetmiyor insana çünkü. İnsanoğlu sevilmek de istiyor. Kendime duyamadığım merhameti, belediğim aşka duyduğumdan bir kurşun sıkıp öldüremiyorum o duyguları.

Bir belirsizlik durumu söz konusu aramızda. “İnsan bilemediklerinden korkar.” diyordu Tarih öğretmeni. Bu belirsizlik eziyet ediyor insana. Nasıl söylesem, nasıl anlatsam bilemiyorum. Sonra yine o şarkı dökülüyor dudaklarımdan .Karlar düşer, düşer düşer ağlarım. Hep ismini Hep ismini anarım. http://www.youtube.com/watch?v=gykWWDIsVJ4 

Şarkı

Bir şeyler söylemeli insan. Bir şarkı, güzel bir şarkı hem de. Yalın sözlerle yazılmış, süslere ihtiyacı olmayan bir şarkı. Akustik bir şarkı mesela… Herkesin eşlik ettiği, yüreklerimiz umutla dolduracak bir şarkı. Yaşlanmayacak bir şarkı belki de. İnsanları anlayan birinin yazdığı, yaşayan bir şarkı söylemeli biri. Biri gizli kalmış özlemlerimizi, sevdalarımızı, yarı kalmış günlerimizi, gecelerimizi tutmak istediğimiz elleri, karanlıktan çekip çıkarıp hayalimizde dahi olsa onları usul usul bize getirecek bir şarkı söylemeli. Bir zeytin ağacında yahut bir demet papatyaya söylenecek bir şarkı. Yok mu yoksa böyle bir şarkı? Nasıl yani dünyadaki herkesin bir ağızdan söyleyeceği bir şarkı yok mu? Öyleyse tez elden yazılmalı. Gölgede kalan, geçmişten kurtulamayan ancak gelecekte tutsak kalan tüm şairler, müzisyenler, yazarlar ve hatta analar birleşmeli o şarkıyı yazıp bestelemek için. Bilim ölüleri diriltecek kadar ilerlerse eğer Nine Hatun’a söyletmeli mesela o şarkıyı. Yahut Tanju Okan söylemeli. Ama Beyoncé’nin ya da Hadise’nin eline tutturulmamalı bu şarkının sözleri. Bedeniyle para kazanan değil ruhuyla öncü olan insanlar söylemeli böyle güzel şarkıları. Bir ana yahut bir baba söylemeli. Tekdüze disketlerin sorunsuz yüzlerinden değil plakların cızırtılı fısıltıları arasından duyurmalı o şarkıyı. Ya da, düşünün mesela, minnacık, dünyamıza o insanın sesini duyuracak bir hoparlörle tüm dünya o şarkıyı dinlesin. Şefkatle dolmalı kulaklarımız, söyleyenin dili ise huzurla dolmalı. Şarkıya başlayınca durmalı savaş, durmalı gözyaşları, ağaçlar kesilmemeli, çocuklar telefonları bırakıp sokaklara dökülmeli. Sevdiceğe söylenen bir iki tatlı söz, dudaklarımızdan çıkıp telefonu değil, onun kulaklığını bulmalı şarkıdan sonra.  Plastik bir oyuncak uğruna ağlamamalı bir çocuk, anası ise almaya parası ortaya çıkan öfkeyi çocuğundan çıkarmamalı sonra. O kadar kuvvetli bir şarkı bulmalıyız. İnsanlık olmalı o şarkının adı ve tüm dünya hep bir ağızdan söylemeli.

Zehir

Zehrimi akıtmam lazım bir şekilde. O yüzden bu kadar karamsar yazıyorum. Evet, çok da abartıyorum. Yani her şeyin üstüme gelmesi durumu yok. Belki ben öyle görüyorum. Belki öyle görmek istiyorum. Bilmiyorum. Bunu size direk olarak da söyleyebilirdim pekâlâ. Nedense yazmayı tercih ettim. Belki de insanlarla konuşurken, yazarken olduğum kadar rahat olmadığımdandır. Özellikle sevdiğim inşalarla konuşurken… Bir de siz ne bileyim hep meşgul gibisiniz. Ben de sizi rahatsız etmekten nefret ediyorum. Buna ilaveten benden bıkmanızdan korkuyorum. Tamam, öğrenicinizim falan feşmekân fakat her şeyde bir yere kadar değil mi? Sürekli muhtelif yerlerden biten bir çocuğum ve bu hiç hoş değil. Farkındayım. Ama söz verdim kendime.  Daha az rahatsız edeceğim sizi.

Babamdan çok değer veriyorum size. Neden bilmiyorum. Aslında o kadar sevgisiz yahut ilgisiz büyüyen bir çocuk değildim. Aksine annem çok ilgilendi benimle. Okulumdu, servisimdi… Mesela 3 yaşından beri okula gidiyorum. Öğrencilik hayatımın tamamına yakına serviste geçti. Sessiz, akıllı, başarılı ve terbiyeli bir çocuktum. Yani öyle diyorlar bana beni anlatırken. Çok geç gelen bir bebekmişim; annemler hep üzerime titredi.  Ama çok da iyi davranmadılar evde yalnızken. Hayır, hayır hiç dövmediler. Haklarını onları sırtımda taşısam dahi ödeyemem. Ama tek çocuklarının hatasız, mükemmel ve başarılı bir mahlûk olmasını istediler. Akademik zırvalarda başarılı olmamı istediler. Dolayısıyla benim başarısız olma lüksüm yoktu. Çoğu zaman ben de yoktum. Annemin günde, babamın rakı masasında göğsünü gere gere anlattığı bir Gözde vardı. Doktor Gözde! Mimar Gözde! Psikolog Gözde! Ama nihayetinde ben bunlardan hiç birini istemedim. Hiç biri olamam. Ben sadece Gözde olabilirim.  Yazı yazmayı seven, kitap kokulu hayalleri ola, kafasının üstünde gitar taşıyan, tek amacı sahneler olan mini minnacık bir kız: ben, Gözde. Aynı hayalleri kurarım küçüklüğümden beri. Hiç değişmediler. Daha yeni söylüyorum insanlara hayallerimi. Sonra bir bakıyorum ki sıcacık hayallerimin üzerine bir ova buzlu su dökmüşler. Buz kesiliyor o zaman içim ve kimseye itimadım kalmıyor. Benim yaşımdaki birine göre çok karamsar ve ciddi sözler bunlar. Ama ne yapayım? Benim tek derdim hoşlandığım insan yahut notlarım değil maalesef. Öyle olması daha mı iyi olurdu bilmem ama elimdeki benle idare etmek durumundayım.

Cidden ben niye sadece notlarına üzülen ya da “çıktığı” insan sayısı onu geçmediği için üzülen güzel kızlardan yaratmamış Tanrı? Sanki o kızları yaratmış, sonra elindeki mallar ziyan olmasın diye beni yaratmış. Yaratılıştan kayıbım ben. Vakit kaybıyım. Çünkü eninde sonunda etrafımdaki herkes hayal kırıklığına uğruyor. Kime dokunsam üzülüyor. Herkesten çekeceğim kendimi. Hem siz de demiştiniz “Yalnızlık ilham vericidir.” diye. Haklısınız. Neredeyse her konuda olduğu gibi bu konuda da haklısınız.

Daha önce size söylemedim ama çok kıskanıyorum kızınızı. Sadece sizin kızınızı değil; Ergün hocanın kızını da kıskanıyorum mesela. Ama kişisel bir olay değil, yanlış anlamayın. Aranızdaki bağı kıskanıyorum. Burada bitirmek zorunda hissediyorum. Aslında yazarak anlatacağım sürüyle şey var ama neyse. Hem defter burada hoş ; yazarım elbet.

Normallik

Yalnızlığa bağımlılık bizimkisi. Ruhen ve fizik-en yalnızlık…Mutlak yalnızlık vesaire vesaire. Kimi insanlar sigaraya,alkole bağımlı oluyor. Ancak yeni gelenler, bizler yalnızlığa bağımlıyız.Günün her dakikası ve Allah’ın her günü yalnızlıklarımızdan söz ediyoruz ancak insanlar bize ulaşmaya çalıştığında onları uzaklaştırıyoruz.Mesela ben, kulaklıklarla tıkıyorum kulaklarımı. Çünkü içten içe birinin benimle konuşmaması durumundan yalnızlığımdan korkuyorum.Ama onsuz da yapamıyorum. Alışkanlık çünkü, bir tür bağımlılık.Açılmaktan çekiniyorum ve biliyorum bu konuda yalnız değilim.İlk de değilim. Deliliğimde de ilk değilim bununda farkındayım. Hep varmış deli yazarlar, şairler, ressamlar falan filan. Çok zorlamıyor beni artık pürüz insan olmak.Zaten kimsenin baktığı gördüğü de yok.Eskiden çok üzülürdüm “Ben niye normal değilim?” diye düşünürken. Sonra kimse umursamayınca ben de bıraktım düşünmeyi.Hem düşünen insan sevmiyor yetkili mecralar. Kolunu kanadını kırıyorlar,cesaretini yok ediyorlar. Yani eğer kafanı dışarı açarsan… Hemen susturuyorlar seni. Hem de büyük bir zevkle yapıyorlar bunu. Hele bir de yaşın küçükse… Oy, darlandım ! Neyse büyüdüm,büyüdüm. O kadar ki annemin boyunu geçtim.

Azıcık delirdim galiba. Yoksa neden bu kadar açık yazar insan? Okutmayacağımdan . Okutmayacaksan ne diye yazıyorun be kızım?! Cesaret edip okutursam biri görsün diye beni. Hayalet olmaktan bıktım çünkü. Gölgede kalmaktan yoruldum. Biraz anlayış, biraz tatlı söz, en olmadı sıcak bir bakış bekliyorum. Herkesten değil ama … Neyse kelimeler yetmiyor aklımdakini anlatmaya . Ya aslında yetiyor da yazacaklarımdan korktum biraz. Üşenmesem de kalkıp kahvemi yapsam ?

Soru

Güzel mi? Kime göre? Neye göre? Bize öğretilen tüm kavramları,kelimeleri, güzel sözleri bir kenara bırakıp öyle sevmek mümkün mü? Aşık olduğunu söylemeden,bilmeden, sevmeye kıyamadan, aşık olmayı tanımadan aşık olmak mümkün mü? Kör biri gün ışığını sevebilir pek ala, sıcaklığından dolayı. Kim sevmez gün ışığını?Peki dolunayın soğuk ışığının değerini, soğuk sıcaklığını, çirkin güzelliğini sevebilir miyiz? Belki de görmeyi bilmeden, bakmayı beceremeden en saf haliyle sevmek lazım dolunayı. Zira ne güneş gibi yakar ne zifiri karanlık kadar soğuktur dolunay.

Gözlerin içine değil, şekline bakıp insan kayırdıktan sonra neyleyim o aklı ben? Öyle insanlarla yaşayınca neyleyim ben yaşamayı?

Peki en iğrenç ayrımcılık, şekle bakıp güzeli öyle görüp gönlümüze öyle sokmak değil midir? Peki ayrımcılık bedenlerdeki ruhlardansa, konulduğu kalıplarla ilgilenmek değil midir? Ya asıl adaletsizliğin çirkinler ve güzellerin aynı dünyada yaşaması ve çirkinlerin daha güzel olduğunu fark etmememizse? Ya asla göremezsek en güzel gülenin en çirkin dediğimiz olduğunu? Ya asla bilemezsek çirkin ilan ettiklerimizin dudaklarının saf güzelliklerle dolu olduğunu ? Ya bunları sormam yasaksa? Ya Tanrı’nın planının küçük pürüzleri olan biz çirkinler, bir gün hayalet olmaktan sıkılırsak? Ya bir gün “çirkin” bir deli en akıllıca hareketi yapıp bir devrim başlatır ve bir “güzel”i severse? İşin kötüsü ya “güzel” deli de, “çirkin” deliyi severse? O zaman kim mani olabilir aşklarına? Peki ya “deli”ler aşık olacak kadar delilerse? Ya aşk gerçekten anarşistse? Ya gerçekten devrim gelir ortadaki tüm “güzel” ve “çirkin” şeyleri yok edip sadece “şey”i bırakırsa?http%3A%2F%2F36.media.tumblr.com%2F5840e325fca722ec6f113c19e2ef6ac6%2Ftumblr_n2shsdfZn71t7lep1o1_500

Şenlik Misali

Hayat çok tatsız geldiği için mi çaya şeker ekliyoruz? Peki çok lanet okumaktan boğazımız kuruduğu için mi çay içiyoruz? Peki tat alamadığımız için mi lanet okuyoruz? Sahi neden kimse mutlu değil artık? Neden IPhone’lara , Casper’lara , Piere Cardin’lere ihtiyaç duyuyoruz mutlu olmak için? Bir dostla içilen şekersiz, demli bir çayın , tadında bir muhabbetin , eski bir kitabın verdiği zevki gözümüzden kaçırıyoruz hep. Bırakın çayı içtiğimiz suyla bile mutlu olmak mümkünken neden hep paraya vuruyoruz mutluluğumuzu? Aslında hiçbirimiz böyle büyümedik. Ne biz yeniler ne de siz eskiler… Allah aşkına söyleyin hangi masalda anlatıyorlar milyarlar kazanmamız gerektiğini? Misal Pamuk Prenses hiç iş çevirdi mi 7 cücenin arkasından? Veyahut Külkedisi saygıda kusur etti mi üvey annesinin tüm eziyetlerine rağmen?  Peki ya Alice hiç hayal kurmayı bıraktı mı 3-5 test sorusu fazla çözmek için? Ah ah biz hep masalların kötü kahramanlarını örnek aldık. Başkalarının mutluluklarına çomak soktuk hep. Biz başkasına bulaşmasak, onlar bize bulaştı. Ancak söyleyin bana büyükler çok mu zor birbirimizi sevmek? Çok mu uzağız artık soba başında kestane pişirilen günlere? Peki çok mu imkansız bize laptoplardan masal okuyan dedeler? Duvarlara resim çizmek çok mu ayıp amcalar? Sokakta koşup oynadığımız için çok acıktığımız dan sizden önce sofraya kurulmamız neden yasak?

Ve siz söyleyin bilmiş küçükler … Ayıp mı dedelerin bizim içine düşüp kafamızı kaldırmadığımız İnternet alemini merak etmeleri? Tatlı tatlı çekişmemiz çok mu zor?

Ben istiyorum ki ne siz bizi kırın, ne biz sizi. Azıcık sevsek birbirimizi, ah bir de dinlesek… Bizden iyisi olmaz o zaman. Eskiler eskinin tadını, yeniler yeninin tadını katsa çayda ki şekeri yine lüzum görür müyüz? Romanlardan, şiirlerden taşar o zaman mutluluğumuz, denizdeki dalgalar kadar çok olur huzurumuz. Ellerini ballı süt bardaklarıyla ısıtır küçükler ve büyükler enva i çeşit çay içerler. Masal anlatırlar, askerlik anılarını ve hatta ilk sevdalarını anlatırlar. Koltuklarda dizi izlerken değil, muhabbeti sıcaklığıyla içimiz ısınırken uyuya kalırız belki de . O zaman kim ihtiyaç duyar popüler kültür yalanlarına.Yedi tepe İstanbul’umuz varken pembe dizileri, Hababam sınıfı varken Görevimiz Tehlike’yi izler miyiz yine? Cem Karaca, Tanju Okan dinleyen çocuklar kanar mı iki günlük abuk sabuk aşkı anlatan filmlere? Keloğlan ve Uyuyan Güzel’i dinlediysek uyumadan önce hangi çizgi film verir rüyalarımıza  akseden o masalların tadını? Eski bir kitabın kapağını aşındırırsak gerek kalır mı o kitabın filmine? Ah bir anlasak değerimizi, bir sevsek birbirimizi. Bir otursak diz dize… Siz o zaman görün şenliği…

Sayılar çok samimiyetsizler beh

Sevmiyorum sayıları. Sevemedim bir türlü. Hep soğuk geldiler bana. Hep mesafeliler. Ne yaptıysam sanki onlara. İçinde sayı olan dersleri de sevmem.Fizik olsun, kimya olsun, tarih olsun, matematik özellikle..

32278-Fuck-Math

“Ay o gördüğümüz şeyleri nerde kullancaaz ?” kafasında değilim. En azından bir şeyler öğrenirim, değişir belki dünyaya olan ilgim falan fişmekan diye.. Ancak olayın içine not girmesi o notlarla değerlendirilmemiz bütün hevesimi alıp götürüyor. Sadece ne kadar öğrendiğimizi ölçmek için yapmıyorlar o lanet sınavları. Hayır sınavların tek amacı bizi sınıflandırmak. Sınırlamak istiyorlar. Düşünmeyelim, hayatı görmeyelim, genç olmadan erelim istiyorlar. Uçurtma uçurmadan cinnet geçirip komşuların kafasını uçuralım istiyorlar. Bisikletten düşmeden 9. kattan düşürüyorlar bizi. Kelimelerle oynamayı öğrenmeden tüm samimiyetsizliğiyle sayıların içine atıyorlar bizi. Kemalettin Tuğcu kitaplarını elimizden bıraktığımız gibi koca bir evin faturalarını tutuşturuyorlar elimize. Ağzımıza bant çekiyorlar ki sesimiz çıkmasın. Gözümüzü bağlıyorlar, dilimizi yakıyorlar. Tenha bir sınıfta sıkıyorlar hayallerimizin kafasına. Olmaz diyorlar vuruyorlar çekinmeden. Şarkı söylüyorum, sesimi kısıyorlar. Resim çiziyorum, kalemimi kırıyorlar. Şiir okuyorum, dilimi yakıyorlar. Sanat yapmayacağım diyorum, tamam, sadece bırakın kendim gibi olayım diyorum. Olmaz diyorlar. Kişiliğim nereden çıksa kafasına vuruyorlar. Cesaret edemiyor haliyle. Kafamın içinde patlıyor her isyan,her çığlık. Yazmak istiyorum,bağırmak istiyorum. Deliliğimi doruklarına kadar yaşamak istiyorum. Okula gitmek istiyorum . Ama bana yapılan kalıplara girmek istemiyorum. “Gencim ulan!” demek istiyorum. “Daha çok gencim, kırmayın boynumu. Bırakın sesim çıksın biraz.” demek istiyorum. Boğazım düğümlendi biraz, gözlerimde yanıyor. Sesimde titredi. Ağlayasım var, gerçekleştiremeyeceğim hayallere ve sustuğum cümlelere ağlayasım var. Asla geçemeyeceğim, asla bitmeyecek sınavlar yüzünden ölesim var. Umudumu silen bu eğitim düzeni yüzünden geçen her gün bir çentik atıyor ruhuma. Daha 16 ama 80 yaşında gibiyim. Yanlış yapmak istiyorum. Arabalar geçerdi bizim sokaktan vız diye. Hiç bisikletten düşemedim. Bari bırakın, gençliğimin heyecanına yenik düşeyim. Abi ne olur bırakın ben daha çok gencim! Sesim çıksın, yazı yazayım. Okula öğrenmeye gideyim, sınav geçmeye değil. Az biraz yaşayayım be. Bırakın be peşimi! gencim ulan ben!  gencim işte . Sadece genç…

Yaratıcı Deha ile Deli Arasındaki O İnce Çizgi

Uzelgi

Bipolar_disorder

“Deli olduğumu söylediler. Ama deliliğin, zekanın en üst düzeydeki temsilcisi olup olmadığı, görkemli olan çoğu şeyin -ve derin olan herşeyin- hastalıklı düşüncelerden, sıradan aklı feda etmek pahasına yüceltilen ruh durumlarından fışkırarak çıkıp çıkmadığı sorusu hâlâ yanıtlanabilmiş değil.” Edgar Allan Poe

Bundan 61 yıl önce, dünyanın önde gelen yazarlarından Virginia Woolf, İngiltere’nin Sussex bölgesindeki evinden çıkıp, yakındaki Ouse nehrine yürüdü, bastonunu nehir kıyısına bırakıp büyük bir taş parçasını da paltosunun cebine sıkıştırdıktan sonra nehrin içine doğru ilerledi. Taş parçası işe yaradı. Cesedi nehrin karşı kıyılarında bir yerlerde su üstünde yüzer bulunana kadar da tam tamına üç hafta geçti. Eşi Leonard Woolf’a şöyle bir not bırakmıştı:

“Canım… Yine delirmeye başladığımdan eminim… Bu korkunç dönemlerden bir tanesine daha giremeyiz. Ve biliyorum, bu sefer iyileşemeyeceğim. Yine sesler duymaya başladım ve dikkatimi toplayamıyorum. Bu korkunç hastalık gelene kadar, bizden daha mutlu olabilecek iki kişi düşünemiyorum. Ama artık bununla daha fazla savaşamayacağım…”

Woolf
Woolf

Edebiyat dünyasına,  ancak…

View original post 2.671 kelime daha

Bir Cem Karaca Şarkısı

Bu gün sen çok gençsin yavrum,

Hayat ümit, neşe dolu.

Mutlu günler vadediyor,

Sana yıllar ömür boyu .

Ne yalnızlık, ne de yalan,

Üzmesin seni.

Doğarken ağladı insan,

Bu son olsun bu son.

Hep ele geçirir beni bu şarkı . Çözer beni, ümitlendirir, güçlendirir. Çoğu zaman gülümsetir. Mutlu eder. Hiç tanımadığım, tanımaya fırsatımın olmadığı bir adamın sesi alır götürür beni. İfadesi güçlüdür Cem Karaca’nın. Tanımasa da bizi anlar derdimizi, sırtını sıvazlar belki “Olur be, bu da geçer.” der şarkılarıyla. Kaç tane insan var ki müziğinin böylesine duygu dolu olduğu.

Gerçi bakın eskinin sanatçılarına… Eskinin insanından olsa gerek. Sevdalar sevda gibi, sözler söz, adamlar adam gibiymiş. Babalarda baba gibi… Beğenilmesi zor olduğundan mı yoksa sahiciliğinden mi bilinmez müzikler yaşanmışlık, gerçeklik ve duygu kokar. Adım adım sarar sesler insanı.

Şimdi ise her türlü teknolojimiz var ama hepimiz yalnızız, mutsuzuz, doyumsuzuz. Her şey önümüze konduğundan mı? Yoksa dizilerimiz, filmlerimiz ne hissedeceğimizi söylediğinden mi? Ne oldu da terk etti sevdalarımız bizi? Her sevdamız terk etti hem de. Vatana olandan tut anaya olana kadar sevgisiz kaldık. Bencilleştik. Neden böyle oldu ki? Biz miydik yoksa yine bizi öldüren?

Bak efsane hepsi. Şimdi hiçbirine değemez ellerimiz.

Bak efsane hepsi. Şimdi hiçbirine değemez ellerimiz.

Hep soğuk kaldı ellerimiz. Sabun yerine is kokuyoruz hepimiz. Kimimiz is, kimimiz iz kokuyor. Kim terkettiyse bizi öyle kokuyoruz. Hep üzülüyoruz ama üzüntülerimiz bile bencil . Peki neden? Ne yaptık ? Ne oldu da uzaklaştık masumiyetimizden. Ne geldi de başımıza kapımızı kitler hale geldik? Neden kulaklarımızı tıkadık içimize?

Peki son bir sorum var. Bir Cem Karaca şarkısı mı bana bunları düşündürten, yoksa zaten düşünüyordum da cümlelere mi döktürdü üstad?

Çok yaşa Cem Amca! Mekanın Cennet olsun . Özleniyorsun tarafımca.

Gidiciyim

Bundan sonra yaşam felsefem

Bundan sonra yaşam felsefem

Ne kadar saçma değil mi? Kesinlikle öyle. Ne desem boş Hiçbirşey hissetmiyorum ki bu daha da saçma. Demin bişey yazacaktım unuttum galiba. Aklımda birşeyler vardı. Hep böyle oluyor zatii. Geliyolla gidiyolla. Acayip uykum vardı o da kaçtı. Kaçıran ne peki? Beni bu denli huzursuz eden ne ? Yüreğimi darlayan, beynimi meşgul eden sorun ne ? Bi kere ortada bi sorun var mı ?  Boğuluyorum. Bir sebebim yokken hemide . Saçma.

Buralara ait değilim Buralardan kastımın ne olduğunu bilmiyorum ama ait değilim işte. Bu dünya da olabilir bu ülkede olabilir- bu şehirde olabilir. Eksiğim biraz. Biraz kırgınım birşeylere. Değer görmek istiyorum nedense. Ama kimse bana dokunmasında istiyorum aynı zamanda. Çelişkiler içindeyim. Çelişkilerimin içinde yapayalnızım.

Heh buldum lan niye huzursuz olduğumu! Sessizlik huzursuz etti beni. Kafamın içinde hiçbir ses kalmadı. Daha önceden hep benimle konuşan seslerim sustu az önce. Ondan lan boşluğum. Amk yine yalnız kaldım..

Özgür falan kaldığım yok . Gidiyom lan ben