Karlar

Ağzımda bir şarkı dönüp duruyor.

“Karlar düşer.

Düşer düşer ağlarım.

Hep ismini, hep ismini anarım.”

Devamını bilmiyorum şarkının. Ancak o kısmı bana yetiyor. Kara bakıyorum. Ellerim donuyor balkonda ve mutfağa  gidiyorum uyuşukcana. Benim hep sadece ellerim üşür zaten. Kocaman taneleri var karların. Ve ben beynimin içine onun adını sayıklıyorum. Üstatların “sevda” dedikleri böyle bir şey mi? Yoksa sadece bir hoşlantı mı bu? Ayrıt edemiyorum. Zaten umursamıyorum da. Bir kez ellerimi tuttu ya. Bundan kelli sobanın içine soksam ellerimi öyle ısınmaz. Tembel tembel düşüyor kar taneleri ve ben onları izlerken tembel tembel âşık oluyorum. Var mı ötesi? Yok gibi sanki. Yüreğim daralıyor. Sadece sevmek yetmiyor insana çünkü. İnsanoğlu sevilmek de istiyor. Kendime duyamadığım merhameti, belediğim aşka duyduğumdan bir kurşun sıkıp öldüremiyorum o duyguları.

Bir belirsizlik durumu söz konusu aramızda. “İnsan bilemediklerinden korkar.” diyordu Tarih öğretmeni. Bu belirsizlik eziyet ediyor insana. Nasıl söylesem, nasıl anlatsam bilemiyorum. Sonra yine o şarkı dökülüyor dudaklarımdan .Karlar düşer, düşer düşer ağlarım. Hep ismini Hep ismini anarım. http://www.youtube.com/watch?v=gykWWDIsVJ4 

Zehir

Zehrimi akıtmam lazım bir şekilde. O yüzden bu kadar karamsar yazıyorum. Evet, çok da abartıyorum. Yani her şeyin üstüme gelmesi durumu yok. Belki ben öyle görüyorum. Belki öyle görmek istiyorum. Bilmiyorum. Bunu size direk olarak da söyleyebilirdim pekâlâ. Nedense yazmayı tercih ettim. Belki de insanlarla konuşurken, yazarken olduğum kadar rahat olmadığımdandır. Özellikle sevdiğim inşalarla konuşurken… Bir de siz ne bileyim hep meşgul gibisiniz. Ben de sizi rahatsız etmekten nefret ediyorum. Buna ilaveten benden bıkmanızdan korkuyorum. Tamam, öğrenicinizim falan feşmekân fakat her şeyde bir yere kadar değil mi? Sürekli muhtelif yerlerden biten bir çocuğum ve bu hiç hoş değil. Farkındayım. Ama söz verdim kendime.  Daha az rahatsız edeceğim sizi.

Babamdan çok değer veriyorum size. Neden bilmiyorum. Aslında o kadar sevgisiz yahut ilgisiz büyüyen bir çocuk değildim. Aksine annem çok ilgilendi benimle. Okulumdu, servisimdi… Mesela 3 yaşından beri okula gidiyorum. Öğrencilik hayatımın tamamına yakına serviste geçti. Sessiz, akıllı, başarılı ve terbiyeli bir çocuktum. Yani öyle diyorlar bana beni anlatırken. Çok geç gelen bir bebekmişim; annemler hep üzerime titredi.  Ama çok da iyi davranmadılar evde yalnızken. Hayır, hayır hiç dövmediler. Haklarını onları sırtımda taşısam dahi ödeyemem. Ama tek çocuklarının hatasız, mükemmel ve başarılı bir mahlûk olmasını istediler. Akademik zırvalarda başarılı olmamı istediler. Dolayısıyla benim başarısız olma lüksüm yoktu. Çoğu zaman ben de yoktum. Annemin günde, babamın rakı masasında göğsünü gere gere anlattığı bir Gözde vardı. Doktor Gözde! Mimar Gözde! Psikolog Gözde! Ama nihayetinde ben bunlardan hiç birini istemedim. Hiç biri olamam. Ben sadece Gözde olabilirim.  Yazı yazmayı seven, kitap kokulu hayalleri ola, kafasının üstünde gitar taşıyan, tek amacı sahneler olan mini minnacık bir kız: ben, Gözde. Aynı hayalleri kurarım küçüklüğümden beri. Hiç değişmediler. Daha yeni söylüyorum insanlara hayallerimi. Sonra bir bakıyorum ki sıcacık hayallerimin üzerine bir ova buzlu su dökmüşler. Buz kesiliyor o zaman içim ve kimseye itimadım kalmıyor. Benim yaşımdaki birine göre çok karamsar ve ciddi sözler bunlar. Ama ne yapayım? Benim tek derdim hoşlandığım insan yahut notlarım değil maalesef. Öyle olması daha mı iyi olurdu bilmem ama elimdeki benle idare etmek durumundayım.

Cidden ben niye sadece notlarına üzülen ya da “çıktığı” insan sayısı onu geçmediği için üzülen güzel kızlardan yaratmamış Tanrı? Sanki o kızları yaratmış, sonra elindeki mallar ziyan olmasın diye beni yaratmış. Yaratılıştan kayıbım ben. Vakit kaybıyım. Çünkü eninde sonunda etrafımdaki herkes hayal kırıklığına uğruyor. Kime dokunsam üzülüyor. Herkesten çekeceğim kendimi. Hem siz de demiştiniz “Yalnızlık ilham vericidir.” diye. Haklısınız. Neredeyse her konuda olduğu gibi bu konuda da haklısınız.

Daha önce size söylemedim ama çok kıskanıyorum kızınızı. Sadece sizin kızınızı değil; Ergün hocanın kızını da kıskanıyorum mesela. Ama kişisel bir olay değil, yanlış anlamayın. Aranızdaki bağı kıskanıyorum. Burada bitirmek zorunda hissediyorum. Aslında yazarak anlatacağım sürüyle şey var ama neyse. Hem defter burada hoş ; yazarım elbet.

Normallik

Yalnızlığa bağımlılık bizimkisi. Ruhen ve fizik-en yalnızlık…Mutlak yalnızlık vesaire vesaire. Kimi insanlar sigaraya,alkole bağımlı oluyor. Ancak yeni gelenler, bizler yalnızlığa bağımlıyız.Günün her dakikası ve Allah’ın her günü yalnızlıklarımızdan söz ediyoruz ancak insanlar bize ulaşmaya çalıştığında onları uzaklaştırıyoruz.Mesela ben, kulaklıklarla tıkıyorum kulaklarımı. Çünkü içten içe birinin benimle konuşmaması durumundan yalnızlığımdan korkuyorum.Ama onsuz da yapamıyorum. Alışkanlık çünkü, bir tür bağımlılık.Açılmaktan çekiniyorum ve biliyorum bu konuda yalnız değilim.İlk de değilim. Deliliğimde de ilk değilim bununda farkındayım. Hep varmış deli yazarlar, şairler, ressamlar falan filan. Çok zorlamıyor beni artık pürüz insan olmak.Zaten kimsenin baktığı gördüğü de yok.Eskiden çok üzülürdüm “Ben niye normal değilim?” diye düşünürken. Sonra kimse umursamayınca ben de bıraktım düşünmeyi.Hem düşünen insan sevmiyor yetkili mecralar. Kolunu kanadını kırıyorlar,cesaretini yok ediyorlar. Yani eğer kafanı dışarı açarsan… Hemen susturuyorlar seni. Hem de büyük bir zevkle yapıyorlar bunu. Hele bir de yaşın küçükse… Oy, darlandım ! Neyse büyüdüm,büyüdüm. O kadar ki annemin boyunu geçtim.

Azıcık delirdim galiba. Yoksa neden bu kadar açık yazar insan? Okutmayacağımdan . Okutmayacaksan ne diye yazıyorun be kızım?! Cesaret edip okutursam biri görsün diye beni. Hayalet olmaktan bıktım çünkü. Gölgede kalmaktan yoruldum. Biraz anlayış, biraz tatlı söz, en olmadı sıcak bir bakış bekliyorum. Herkesten değil ama … Neyse kelimeler yetmiyor aklımdakini anlatmaya . Ya aslında yetiyor da yazacaklarımdan korktum biraz. Üşenmesem de kalkıp kahvemi yapsam ?

Şenlik Misali

Hayat çok tatsız geldiği için mi çaya şeker ekliyoruz? Peki çok lanet okumaktan boğazımız kuruduğu için mi çay içiyoruz? Peki tat alamadığımız için mi lanet okuyoruz? Sahi neden kimse mutlu değil artık? Neden IPhone’lara , Casper’lara , Piere Cardin’lere ihtiyaç duyuyoruz mutlu olmak için? Bir dostla içilen şekersiz, demli bir çayın , tadında bir muhabbetin , eski bir kitabın verdiği zevki gözümüzden kaçırıyoruz hep. Bırakın çayı içtiğimiz suyla bile mutlu olmak mümkünken neden hep paraya vuruyoruz mutluluğumuzu? Aslında hiçbirimiz böyle büyümedik. Ne biz yeniler ne de siz eskiler… Allah aşkına söyleyin hangi masalda anlatıyorlar milyarlar kazanmamız gerektiğini? Misal Pamuk Prenses hiç iş çevirdi mi 7 cücenin arkasından? Veyahut Külkedisi saygıda kusur etti mi üvey annesinin tüm eziyetlerine rağmen?  Peki ya Alice hiç hayal kurmayı bıraktı mı 3-5 test sorusu fazla çözmek için? Ah ah biz hep masalların kötü kahramanlarını örnek aldık. Başkalarının mutluluklarına çomak soktuk hep. Biz başkasına bulaşmasak, onlar bize bulaştı. Ancak söyleyin bana büyükler çok mu zor birbirimizi sevmek? Çok mu uzağız artık soba başında kestane pişirilen günlere? Peki çok mu imkansız bize laptoplardan masal okuyan dedeler? Duvarlara resim çizmek çok mu ayıp amcalar? Sokakta koşup oynadığımız için çok acıktığımız dan sizden önce sofraya kurulmamız neden yasak?

Ve siz söyleyin bilmiş küçükler … Ayıp mı dedelerin bizim içine düşüp kafamızı kaldırmadığımız İnternet alemini merak etmeleri? Tatlı tatlı çekişmemiz çok mu zor?

Ben istiyorum ki ne siz bizi kırın, ne biz sizi. Azıcık sevsek birbirimizi, ah bir de dinlesek… Bizden iyisi olmaz o zaman. Eskiler eskinin tadını, yeniler yeninin tadını katsa çayda ki şekeri yine lüzum görür müyüz? Romanlardan, şiirlerden taşar o zaman mutluluğumuz, denizdeki dalgalar kadar çok olur huzurumuz. Ellerini ballı süt bardaklarıyla ısıtır küçükler ve büyükler enva i çeşit çay içerler. Masal anlatırlar, askerlik anılarını ve hatta ilk sevdalarını anlatırlar. Koltuklarda dizi izlerken değil, muhabbeti sıcaklığıyla içimiz ısınırken uyuya kalırız belki de . O zaman kim ihtiyaç duyar popüler kültür yalanlarına.Yedi tepe İstanbul’umuz varken pembe dizileri, Hababam sınıfı varken Görevimiz Tehlike’yi izler miyiz yine? Cem Karaca, Tanju Okan dinleyen çocuklar kanar mı iki günlük abuk sabuk aşkı anlatan filmlere? Keloğlan ve Uyuyan Güzel’i dinlediysek uyumadan önce hangi çizgi film verir rüyalarımıza  akseden o masalların tadını? Eski bir kitabın kapağını aşındırırsak gerek kalır mı o kitabın filmine? Ah bir anlasak değerimizi, bir sevsek birbirimizi. Bir otursak diz dize… Siz o zaman görün şenliği…